Popüler Yayınlar

20 Mart 2012 Salı

Hissetmek...

Uçuyorum... Bir anım diğerini tutmuyor, sinirliyim, mutluyum, huzurluyum, telaşlıyım, ama bunların hiçbirinin neden olduğunu bilmiyorum.

Sadece hissediyorum...

Ve evet biraz fazla hissediyorum, mesela sen bir şarkıyı hiç hissettin mi, hani öyle duygusal olarak değil, dokunur gibi, sıkar gibi vücudunu, acıttı mı hiç bir şarkı seni, hiç dayak yemiş gibi acı hissettin mi bir şarkı yüzünden ?

İşte ben böyleyim şu an, o an, her an.. Bir şarkı çalar ve buralardan giderim acı hissederek, hani zararsız bir uyuşturucu almışsın gibi.. Bir anda her şey flulaşıyor ve etrafındaki hiçbir şeye ve yere odaklanamıyorsun, sadece o anda çalan şarkı ve hissettiğin acı var. Acı...

Bana hissettirdiklerini düşünüyorum, neden her şarkıda olmuyor da bazılarında oluyor diyorum.. Bulamıyorum.. Belki bulsam kurtulurum acıdan diyorum biraz daha zorluyorum yine olmuyor...

Yapılacak tek şey kalıyor, o anı sonuna kadar hissedip, yorumsuz bir şekilde bulutların üstünden insanların yaptıkları saçmalıkları izlemek kalıyor... Sanma ki bulutların üstündeki o an, masallardaki bulutların üstündeki insanların mutluluğunda geçiyor, o an, sadece yukarlarda bi yerde olduğumu hissediyorum o kadar, mutluluk değil o, hüzün değil, isyan değil.. İsimsiz, garip bir kavram karmaşası yaşadığım...

En sonunda.. Şarkı bitiyor ve acı hafifliyor yavaş yavaş dünyaya dönüyorum...


20 Şubat 2012 Pazartesi

Düşünmeye başlayınca..

  

Başladım yine düşünmeye, nedir yalnızlık diye. Acaba "olay" yalnız hissetmek mi yoksa gerçekten yalnız olmak mı, işte bütün mesele budur (bu sanırım başka bi yerin repliğiydi) Toplumdan soyut olmak kavramı nedir mesela ? Hiç kimseyle konuşamamak mı yoksa iletişime geçmek istememek mi? Bazen bana insanları izlemek onlarla konuşmaktan çok daha keyifli geliyor. Neden mi , düşünsene metroda giderken bir adam dilini bilmediği yabancı bir adama yediğini yere döktüğü için vücut diliyle atarlanabiliyor başka bir adam da cebinden bir kart çıkarıp yerdeki kırıntıları kenara süpürebiliyor aynı anda (ordaki kartın amacının elini kirletmemek olduğunu biraz geç kavramıştım). Bu iki adamın da hareketi özgüven gerektiren şeyler ya da dünya bi tarafında değil adamın metroya binmiş kimi babalasam modunda olması gerekli. Şimdi ben bunu niye anlattım, çünkü orda bu olayları izlemek bana keyif veriyordu, onların o anda ne düşündüklerini hissetmeye çalışmak psikolojilerini kavramak zevkli bir iş benim için. Bunu sürekli yapıyorum ve bir zamanlar bunu yapmamın beni çok iyi bir izleyici, dinleyici ve dikkatli bir insan yaptığını olayların farklı taraflarını falan filan gördüğümü sanırdım, şimdi ise yoksa bunu bana yaptıran yalnızlık mı lan! durumuna geldim.(Evet belki yalnızlık etrafında hiç kimse olmamasıdır ama etrafında birileri varken hatta her şeyini paylaştığın çok yakının bile varken hissedilebilir bir şey yalnızlık ve öyle bir his ki yaşayabileceğin en kolay altından kalkılacak durumu bile kafana dert etmene neden olur bu meret.) Ardından düşündüm eğer ben yalnızsam, tek değilimdir(!) etrafta başka yalnızlar da vardır benim gibi yalnız olduğunu sonradan fark eden dedim ve tekrar etrafımı izlemeye başladım, benden bi tane daha bulayım diye. Ve işte bu yazıyı bana yazdıran şeyi orda buldum, yalnızlığımı bile yalnız olmadığımı hissettirecek bişey arayarak yaşıyorum ve yaşıyoruz. Senin yaşadığın kötü hissi bir başkasının da yaşadığını bilmek, mutluluktur sana. Bu kötülük değildir aslında. Sadece hissettiğin şeyden kurtulmak için bir dayanak aramaktır ve senden bi tane daha gördüğünde "o yaptıysa ben de yaparım"dır. İşte tam da bunu düşündüğüm anda bunu yazmam gerektiği aklıma geldi, belki benim gibi biri okur da kendini yalnız hissetmez diye.

27 Aralık 2011 Salı

Hayal mi Başarı mı Pişmanlık mı yoksa Yalnızlık mı ?

Merak ediyorum acaba neden hayal ettiklerimizi gerçekleştirince onlardan soğumaya başlarız? Kendimize başka hedefler belirlediğimiz için mi yoksa bunu yaptım demek ki hayal değilmiş o zaman önemli bir şey de değilmiş dediğimiz için mi ? Ya da onları elde etme biçimimizin daha sonra bizi pişman etmesi mi ?

Düşünsene ey okuyan -şayet öyle birisi varsa- bir şey hayal ediyorsun, büyük bir ihtirasla sana karşı çıkanlara hayalini savunuyorsun ve bu şevkle ,yalnız kalmak pahasına, hayalini gerçekleştiriyorsun çünkü hayalini gerçekleştirdiğinde yalnız kalmış olsan bile tekrar ve kendi istediğin gibi bir çevre kurabileceğine inanıyorsun. Ardından hayalin gerçekleşiyor ve aynen hayal ettiğin gibi gittikçe yalnızlaşmaya başlıyorsun ama bir eksikle umduğun çevre veya yenilikler seni bir türlü bulmuyor. Acaba sen mi fazla acelecisin yoksa bundan sonra böyle mi olacak ? Bence bundan sonra böyle olacak.

Neden mi geldim bu konuya ya da neden mi şikayet ediyo gibi duruyorum konumumdan? Galiba bir insanın hayatını her zaman tek başına yaşıyor olması fikrini hala benimseyemedim. Klasik söz vardır ya "hayat bir tiyatro sahnesi ve senden başka herkes figüran" diye. Çok saçma geliyor işte bana bu. Bütün şikayetimin sebebi bu belki de. Herkes bir mücadele içinde, en yakınım diyeceğin insan bile bi bakmışsın seni geçmeye çalışıyor, mücadele güzel şey evet de hem yoruyor hem de yalnızlaştırıyor. Herkes hayal ettikleri uğruna savaşıyor sonra savaşıp kazandıklarını bir bir kaybediyor,bırakıyor eline bir şey geçmediğini anladığında. Eğer böyle olacaksa, bir gün hepimiz kazandıklarımızı kazanma yollarımızdan pişman olacaksak ne diye savaşıyoruz ki? Başka yollar bulmak gerek. Hepimizin başkalarının hayatlarında birer figüran olmadığımız bir sahne bulmak gerek.

16 Ekim 2011 Pazar

Öğrenmiş oldum

      Geçen hafta universitedeki ilk dersime girdim. Heyecanlı falan değildim. Ders genel kimya, hoca "Elektronu anlamazsak kimyayı da anlamayız." dedi. Başladı anlatmaya dersi. Anlattığı her şey lise sonda öğrendiklerimiz idi. Dersin her anında "bunu biliyorum, bunu da biliyorum" dedim. Diğer derslerde de aynı şeyler oluverdi. Tabi cuma gününü saymazsak. Zorlandım. O gün derste sadece bir formül verdi profesör. Tek bir formül. Ders 2 saat sürdü. Ardından dört saatlik "exercise'ımız" vardı. Dört saat o formülü anlamaya çalışıp soru çözmek için ter döktük. Açıkçası beceremedim. Moralim yerle bir olmuş bir şekilde yurduma gittim. Öyle bir çöküntü yaşadım ki, derinliği tarifsiz. Sanırım bu olay şu an içinde bulunduğum bohemin tetikleyicisi oldu.
      Yaklaşık yirmi dört saat içinde gereksiz hareketlerde bulundum. Aç olmadığım halde yemek yaptım, kendi kendime konuşmaya başladım, tartıştım kızdım.... O kadar tutarsız oldum ki, kız arkadaşımı ortada hiç bir sebep yokken tersledim, konuşmak istemedim. Hani herkesin dilinde olan "fok balıkları çok yalnız lan" esprisindeki balıklardan daha yalnız hissediyorum. Derse her gittiğimde gördüğüm o kalabalık grubun, sadece sandalyeleri doldurmak için oraya konulmuş objeler olduğunu biliyorum artık. Odam gözüme hiç de dolu gözükmüyor. 
      Bazen keşke dediğim oluyor. Keşke. O zaman hatırlatıyorum kendime yurt dışında okumak isteyen sendin. Aslında hala arkasındayım bu düşüncemin. Sadece biraz zamana ihtiyacım var diye düşünüyorum. 
      Ha bana sorarsanız eğer "neden bunları yazdın buraya diye?". Zaten pek okunan bir yazar değilim ya da en popüler blog da bu değil. Amacım ilgi çekmekte değil. Bunları kendime söyleyecek cesaretim olmadığı için buraya yazıyorum. Belki bir gün hata yaptığımı kabul edebilmek için...

14 Ekim 2011 Cuma

Yeni Türkçe kelime mi?

Bugün ya da bugünlerde Türk Dil Kurumu bir kurul oluşturmuş ve dilimizin yabancı kelimelerden arındırılması için yeni Türkçe kelimeler üretmeye karar vermiş arkadaşlar. Yalnız epey ilginç sonuçlar oluşmuş, atıyosun ordan dememeniz için direkt gazeteden kopyaladığım haberi buraya koyuyorum:

"TDK Başkanı Prof. Şükrü Haluk Akalın'ın girişimiyle oluşturulan kurul, birçok ünlü ismi bir araya getirdi.Sanatıçlar Candan Erçetin ve Kıraç, AKUT Başkanı Nasuh Mahruki, ilk kadın hakem ve futbolcu Lale Orta, sinema eleştirmeni Nevin Okyay, felsefe profesörü Ahmet İnam da "gönüllü" olarak görev aldılar.

Bugüne kadar iki toplantı yapan kurul üyelerinin tartıştığı ve önerdikleri sözcükler özetle şöyle:
- Araba kapılarını uzaktan açan anahtar 'keyless-go' yerine 'açgeç', 'açar geçer', 'açam', 'e-anahtar', 'manahtar (manyetik anahtar)' karşılığını önerenler oldu. Toplantıda bu sözcük için, Mahruki'nin gündeme getirdiği 'AÇS' (araç çalıştırma sistemi) kabul edildi.
- Alıcılar tarafından 'istenmeyen ileti' olarak bilinen 'spam' sözcüğü için 'i-posta', 'çöpçül' seçenekleri sunuldu. 'İstenmeyen ileti' tercih edildi. Yine 'antispam' için de 'defeder', 'defeden' gibi sözcükler önerildi, ancak kurul, 'iletisavar'da karar kıldı.
- Flaş haber için teklif edilen karşılıklar 'cınga', 'haberge', 'mühim haber', 'tezbak', 'zırtgel' oldu. 'Çarpıcı haber'de karar kılındı.
Önemli gelişme, sıcak gelişme, sıcak haber ve son dakika ifadelerinin de yerine göre kullanılması benimsendi.
- Ter kokularını önlemek amacıyla koltuk altına sürülen 'roll-on' için 'bilyalı', 'dön-dur', 'döndürüklü', 'kokusavar', 'tere dön', 'teriter', 'tersavar', 'topbaş', 'yuvarla sür' Türkçe karşılıklar tartışıldı.
Kabul edilen 'Bilyeli' sözcüğü oldu.
- Bilgisayar faresinin altına konulan 'mousepad' için üyeler, 'fare çulu', 'fare minderi', 'fare kayıcı', 'fare şiltesi', 'sürtünük', 'tık atar altlığı' önerilerinde bulundu. 'Fare altlığı' ifadesi benimsendi.
-Toplantılarda cıngıl/cıngıl yerine reklam müziği, 'cover' yerine 'yeniden yorum', 'metadata' yerine 'iz bilgi', 'blog' yerine 'e-günce', 'multifonksiyonel' yerine 'çok işlevli', 'multipurpose' yerine 'çok amaçlı', 5'er kişiyle oynanan 'futsal' yerine salon futbolu, 'ketıl' yerine 'su ısıtıcı', 'strapless' yerine 'askısız', 'receiver' yerine alıcı, 'free' yerine de 'serbest, bedava, ücretsiz, özgür' sözcüklerinin kullanılması kararlaştırıldı."

Şimdi çok güzel bi düşünce aslında amma; arkadaş flaş haber için teklif edilen "cınga" nedir ya ? Hani kusura bakmasınlar ama güzel Türkçemizi yozlaştırarak "wtf" demek istiyorum ve devam ediyorum. Aynı şekilde ter kokusunu önleyici roll-on yerine "tere dön, TOPBAŞ(sanırım İstanbul Belediye Başkanının TDK'ye hakaret davası açmaya hakkı var ), döndürüklü kokusavar" gibi isim öneren saygıdeğer kurul üyeleri, ilk olarak bu ürün bir ticari üründür siz buna tutup döndürüklü kokusavar derseniz insanlar kıçını döner gider kimse almaz. İkincisi hangi çağda yaşıyoruz arkadaş hem İngilizce öğreniyoruz ve öğretiyoruz diye övünürsünüz hem de roll-on sözcüğü batar mı size ?

Bence ya yeni bir kurul oluşturun daha güzel şeyler bulsunlar ya da bırak oldukları gibi kalsınlar.

Dip Not: Bir çoğunuzun bildiği gibi TREN kelimesinin daha önceleri Türkçeye "Alttan ittirmeli üstten tüttürmeli çok oturgaçlı götürgeç" olarak geçmesi teklif edilmişti kabul edildi mi bilmiyorum ama inşallah edilmemiştir. Saygılar.

19 Temmuz 2011 Salı

Ayrışma...

Ülkenin bir kısmı hep bir ağızdan kahrolsun PKK diyor, diğer tarafı demokratik özerkliği kutluyor. Aynı ülkenin vatandaşlarının birbirlerine karşı öyle düşünceleri var ki... Hani toplumda farklı düşünce uzlaşma açısından iyi derler ya, bunun neresi iyi arkadaş. Bir toplumda iki kesim birbirine farklı düşünce anlamında nefret besliyorsa bunun demokrasiyle uzlaşmayla yakından uzaktan ilişkisi olmaz. Bu düpedüz ülkenin bölündüğünün işaretidir.

Diyarbakır'dan 13 şehit haberi geldiği gün ülkedeki bütün herkes üzüntülerini bir şekilde dile getirdi. Ama bir tek siyasetçileri dinlemedim. Çünkü dinleyecek samimiyette olan tek bir siyasetçi bile yoktu. Biri çıktı AKP'nin yüzünden oluyor dedi, öbürü çıktı BDP bu kadar önem kazanırsa olacağı buydu dedi, dedi de dedi. Tek yaptıkları şey şehit ailelerinin acısını paylaşmak yerine şehitler üzerinden siyaset yapmaktı. Ordaki askerler ya da ordaki gerillalar ne için savaştıklarını bile bilmeden tepelerinden gelen bir emirle birbirlerini nedensizce vuruyorlar. Klasik gazeteci tabiriyle "daha hayatlarının baharındayken" bu hayattan, hayatın güzelliklerini yaşayamadan sadece kendi koltuklarını ve şanlarını düşünen bazı şerefsiz emreden yüzünden göçüp gidiyorlar. Sonra da o emirleri gönderen tepedeki adamlar o ölen insanların üstünden sanki onlar harcanacak birer piyonmuş gibi siyaset yapıyorlar. Ondan sonra da kendilerine inanmamı(zı) bekliyorlar.

Bu huy sadece siyastçilerde yok ki. Maalesef bizim "şerefli" siyasetçilerimizden, "uzlaşmacı,hoşgörülü" insanlarımıza da bulaşmış durumda. Sağolsun devlet politikamız terörle mücadele konusunda öyle müthiş çalışıyor ki artık Kürtçe'yi PKK'nın dili sanmaya başladık. İstanbul Caz Festivalinde Aynur Doğan Kürtçe şarkı söylerken oraya giden elit insanlar, kalburüstü adamlar üstelik protokolde oturanlar kadına yastık fırlatıyorlar üstüne bir de kalkıp İstiklal Marşı'nı okuyorlar. Bu olaylar Ahmet Kaya'ya da yapılmıştı ona da çatal fırlatıp onuncu yıl marşını okuyan ülkeyi çok seven onun için ölecek(!) insanlar yapmadılar mı bunu.Kardeşim karşınızdaki terörist değil sadece sanatçı diye bağırasım geliyor ama eminim ki şu cümleleri okuyanlar bile bana PKK'yı mı destekliyosun diyecekler. Peki böyle diyeceklere şimdi şunu sormak istiyorum. Madem benden çok daha milliyetçisiniz, madem benden daha çok seviyorsunuz bu ülkeyi o zaman 13 şehidimizin ailelerini görmüşsünüzdür, izlemişsinizdir, hissetmişsinizdir o acıları. E sorayım bari o evlerden birkaçında Kürtçe ağıt yükselmiyor muydu? O Kürt ana babanın çocukları bu vatan uğruna şehit olmamış mıydı? Ama emin olun ki sorun sizde değil, sorun Kürtçeyi PKK'nın dili gibi empoze eden devletimizde...

Bizler dışarıdan gelen "saldır koçum sen büyüksün" provakasyonlarından gaza gelmeyerek önce konuşmayı önce dinlemeyi denediğimiz zaman düzeleceğiz de işte o biraz zor gözüküyor. Bir umudum yeni nesil olarak bizler belki bunu yaparız diyordum ama görüyorum ki bizim neslimiz de "biz babadan böyle gördük" anlayışıyla büyüdüğü için çok zor...Karşımızdaki adamdan hiç bize uymayan bir söz işittiğimizde bir görüş önerisi ortaya atıldığında amasızca ve tamamen önyargıyla mücadele ettiğimiz sürece bizden bir şey olmaz. Sonra da yine birilerinin dolduruşuyla bağımsız Türkiye sloganları atmaya devam ederiz.

28 Haziran 2011 Salı

Benim güzel insanlarım ve onların tezatları

Merhaba. Şu anda nedensiz yere oldukça sinirliyim. Bir de arkada sağlam bir metal müzik çalıyor tam gaza getiriyor. Sonu nolur bilemiycem. Sınavlarım bitti rahatladım derken gereksiz yere sinir bastı gördüğüm her şeyde tezat aramaya başladım bakalım ne kadar gidecek... Bu yazıya tezat gördükçe ekleme yapabilirim haberiniz ola!

-Abi bugün milletvekilleri bırakılmadı diye yemin etmeyen partilere küfredenler film izlerken arkadaşım olmadan asla diyenleri gördükçe helal olsun adama diyenler değiller mi?

-Dizinin 1 hafta önceki bölümünü izlerken abi ne güzel film(!) diyip 1 hafta sonra abi o devirde böyle aletler-şeyler var mıydı böyle dizi mi olur dememekte midirler?

-Neden her şeyi çok iyi yapıyomuşuz gibi yapamayanı görünce düşünmeden o iş de öyle mi yapılır arkadaş deriz? Yiyosa sen yap üstat!

-Bir yere giremediğinde kendinden önce girenlere kin besleyenler neden hiç suçu kendilerinde aramazlar? Acaba oraya girenleri eleştireceklerine onlardan daha kötü olmalarına neyin sebep olduğunu bulsalar daha iyi olmaz mı ?

-Bi de kişisel bir tezat yazayım bütün müzik türlerini nasıl dinleyebildiğimi hala anlayabilmiş değilim. Biri açıklarsa 40 yıl köle... yok yok siz açıklayın ben teşekkür ederim.

-İnsanlar, kurumlar, kuruluşlar neden hep çok resmi olmak zorunda? Niye gittiğimiz yerlerde yapmamız gerekenleri esprili bir dille anlatan hiç ama hiç bir şey ya da kimse olmaz. Çok mu zordur bu yoksa karizmaları mı çizilir?

-Gittiği restoranda garson müşteriyle hafiften, küçücük bir sohbete girse hem müşteri hem de patron neden sinir olur ki? o insan değil midir espri yapamaz mı ? Siparişiniz nedir'den başka cümle bilmez mi ?

<edit>
-Ramazan orucu kameri takvime göre tutuluyor.Ekvatora yakın olan Araplar ne zamana gelirse gelsin orucu hep yaklaşık 12 saat tutarken bizler yaz aylarında yaklaşık 17 saat kış aylarında ise yaklaşık 11 saat tutuyoruz. Şimdi yazın biz Araplardan daha mı müslüman oluyoruz ya da kışın daha az ?
<edit>


şimdilik bunlar.. Bu yazı güncelliğini koruyacak gibi geliyo buldukça yeni şeyler ekliycem... Ha bi de Türkçe'yi neden tam düzgün kullanmıyosun diyen olursa; arkadaş sondan 2. maddeyi oku. Burası resmi bir kuruluş değildir.İçimizi dökmeye geldik...

4 Mayıs 2011 Çarşamba

İnsanlık hali

Çoğumuzun bildiği gibi ülkemizde üniversiteye girebilmek için önce bir sınavdan geçmek gerekiyor. Her üniversite adayının bu sınava karşı çeşitli etkenlerden (fem, cemaat, şifre) dolayı nefret ettiği kesin. Benim konum, zaten antipati duyulan, bu sınavdan bahsetmek değil. Bu sınavdan önce öğrencilerin çektiği sıkıntılar olacak.
Genel itibari ile liseye giren her öğrenci daha yeni girmiş oldukları sınav (oks,lgs,sbs) stresinden kurtulmanın verdiği rahatlıkla bir güzel yatar. Yatar derken dersleri iplemez. :D O kadar cefa çektik, biraz da sefasını sürelim deyip lise hayatına büyük bir tembellik ideolojisi ile başlar. Açıkçası bende böyle oldu. Üniversite sınavına daha çok var diye yattım.
Gel gelelim işin aslı böyle değildir. 3 yıl boyunca yaptığın tembelliğin sonucu olarak son sene bütün konuların sıkışır. Evine bir özel hoca girerken diğeri çıkar. E haliyle önce bir sağlık raporu ayarlamalı insan. Sonra neme lazım devamsızlıktan kalırız falan.
Son sene öğrencimiz çok garip hallere girer. Genelde evde hep yalnız kalır. Küçük/büyük kardeş/ler okula gider, baba iştedir, annenin "gezmesi" olur. Bizimkide sabahtan akşama kadar evde özel hoca ödevlerini yetiştirir. Amma evde yalnız kalmanın bazı sakıncaları vardır. Kişi o kadar sıkılır ki artık kendi kendine konuşmaya başlar. Bir süre fark etmez bu durumu. Fark ettiğinde ise trajikomik bir şekilde kendi kendine konuştuğunu, kendisine yüksek sesle söyler. Bu arada bu şizofreni belirtisidir.
Tabi öğrencimizin bir de (illa ki) hoşlandığı bir kız vardır. Kendi kendine evde (kız için) serenatlar yapar. Sonra efendime söyleyeyim oturur bilgisayar başına sosyal ağ sayfalarına gezinir, bir-iki paylaşım yapar. Siyasi konulara girer. (Bu arada internetime dokunma lan! (o anladı))
Bu şekilde senesini bitirir, sınava girer çıkar ve -Spoiler içerir--Spoiler içerir--Spoiler içerir--Spoiler içerir--Spoiler içerir--Spoiler içerir--Spoiler içerir--Spoiler içerir--Spoiler içerir--Spoiler içerir-
Size sadece buraya kadar bilgi verebiliyorum. Hemen sonuca bağlamaya çalışırsam eğer;
Demem o ki lise son öğrencisine fazla yüklenmeyin yazıktır, ayıptır. Bırakın 1 yıl içinde neler yaptığını görün. Hayatını yıkıyor mu yoksa yükseltiyor mu izleyin.

3 Mayıs 2011 Salı

R.I.P. -22 Ağustos-

Yazmayalı uzun zaman oldu. Bu arada aramıza yeni bir yazar geldi - The Doctor-. Kendisine hayırlı uğurlu olsun diyorum efendim. Gelelim konuya; Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurulu, kısaca BTK tarafından hazırlanan bir kanun 22 Ağustosta yürürlüğe girecekmiş ve bu kanuna göre Türkiye'de internet kullanan herkes BTK tarafından belirlenen 4 adet paketten birini seçmek zorunda olacakmış. Paketlerin içeriğine bakınca yazının başında neden R.I.P. dediğim anlaşılır heralde. 4 paketin tek bir amacı var : interneti sansürlemek. Biraz daha açayım isterseniz. Ne yaptığını bilmeyen, hangi platformu yönettiğinin farkında olmayan sosyal medya özürlüsü yöneticilerin istediği sitelere girecekmişiz istemediklerine giremeyecekmişiz. Sansürlenen sitelere de girmeye çalışmak dahi suç kabul edilecekmiş.

Düşünsenize, gazete bayisine gidip gazete alacaksınız, bir gazeteyi istediniz ama bakkal satmıyor. Çünkü size yasak o gazete. Başka mahalleden gelenler alabiliyor ama siz alamıyorsunuz.

Bir de paketlerin içeriği o kadar esnek tutulmuş ki bir saniyelik bir kararla en özgür(!) paketteki kullanıcı bir anda nolduğunu anlayamadan tam sansürlü diğer pakete geçirilebilir. Bunun olmayacağının garantisini kim verebilir?

Amaç çocuklarımızı pornografiden korumak diyenler çıkabilir. Elbette haklı olabilirler ama bunu yapan ücretli/ücretsiz bir sürü program internette tüm kullanıcıların kullanımına açık zaten. Sen 40 yaşındaki kocaman herifi müstehcenlikten koruduğunu mu iddia edeceksin bu kanun sayesinde? Kaldı ki neye göre ve kime göre müstehcenlik? Bu herkese göre değişebilir.

Ve son olarak basın özgürlüğü, ileri demokrasi ülkesi olduğumuzu iddia edenler heralde artık fark etmişlerdir. Ya da fark etsinler artık mümkünse. Bu tür kanunlar sadece Çin, İran gibi diktatörlerin hakim olduğu ülkelerde geçerli ve bu ülkeler basın özgürlüğü sıralamasında en sondalar. Yani bizim onların kanunlarına eşdeğer bir kanun çıkarmamız demek basın özgürlüğümüzün dünyada en son sıraya gerilemesi demektir. Bu durumu oluşturmayı bırakın böyle bir kanun çıkarmayı teklif etmek bile gericiliğin daniskasıdır. Lütfen bu insanlar demokrasi kelimesini ağızlarına almasınlar, çünkü demokrasi kelimesinden bizleri bıktırmış durumdalar.

Öhm, Dub dub. Merhaba! :)

Büyük gecelerde, ya da bir hayır kurumu için verilen akşam yemeklerinde ya da buna benzer buram buram resmiyet kokan gecelerde, hani hep genç biri mikrofona geçer ve heyecandan ne yapacağını bilmez. Şöyle bir öksürür, mikrofona vurur iki kere ve ardından"Merhaba" der. İşte o heyecanla sarf edilmiş bu ilk cümleyi, en az onun kadar heyecanlı olduğum için, ilk yazımın başlığına taşıdım.
Sanırım kendimi tanıtmakla başlayabilirim işe. "The Doctor" (Doktor)bu nick'i doktor olmak istediğim için kullanmıyorum. Yani önceliğimde doktor olmak yok, belki sonra :). Doktor kelimesi latince kökenli olup (doctore), öğreten, eğiten kişi anlamına gelmektedir. Tabi zamanla bu kişilerin kullanımı artmış. Bizim kültürümüzde "bilge" dediğimiz kişi aslında doktorun ta kendisidir. Doktorun zaman içinde anlamı sadece sağlık getiren şifacı olarak kısıtlanmıştır.
Evet biraz iddialı bir nick olabilir ama herkesin kendi hayatının doktoru olduğunu varsayarak aslında gayet normal bir seçim diyebiliriz. :P
Bence bu kadar tanışma yeter. Hatta ilk yazım içinde şimdilik bu kadar demeliyim. En kısa zamanda ilginç bir şeyler yazma çabası içine gireceğime emin olabilirsiniz.
Dip not: The Antagonist beğenmezseniz küfredersiniz demiş. Kendisine katılıyorum.